Şehir Yorgundu, Ben Yorgundum, Gece Yorgundu
Tutkuyu belki de edebiyat tarihinde en yakıcı biçimde anlatan, okuyucuyu acının yapayalnız ve çaresiz bir biçimde ortaya çıktığı kaynağa götüren ve okuyana da tattırıp nasıl bir şey olduğunu gösteren o hikâyeyi okuduğumda, beni de hikâyenin kurbanları arasına katacağını, beni insanların gerçek dedikleri dünyadan koparıp çok daha yoğun ve etkileyici bir başka gerçeğin içine kilitleyeceğini bile bile, sanki ilk kez okuyormuş gibi bir daha okudum.
Sıcağın insanın damarlarına zehir gibi aktığı o temmuz gecesi, Meçhul Bir Kadından Mektup isimli kitap birden, hiç aklımda yokken karşıma çıkıvermişti.
Şehir yorgundu, ben yorgundum, gece yorgundu.
Neredeyse her gece bir başka şenliğin habercisi olarak gökyüzüne dağılan havai fişekler bile sıcaktan yorulmuş, neşesini kaybetmişti.
'Okuyucuların hayal ettiği yazara tam tamına benzeyen, şık, zarif, bakımlı, koyu bakışlarında yumuşak bir melankoli bulunan' Stefan Zweig'ın, okuyana en küçük bir kaçış yolu bile bırakmadan dokuduğu hikâyesinin beni bu yorgun gecede esir alacağını, içimi karmakarışık edeceğini biliyordum, ama kaçamadım.
O hikâyeyle karşılaştığında, başını çevirebilecek olanlardan değildim.
Geceyi ve hayatı arkamda bırakıp hikâyenin içine doğru yürüdüm.
Kadınların, hiç değilse bir kısmının, bu hikâyedeki kadın gibi davranabileceğini, korkunç bir kederle sarmalanmış bir tutkuyu kendi tenlerinde ve ruhlarında barındırarak, bir hayatı bir sevdaya adayarak yaşayabilecek gücü gösterebileceğini bir kez daha hissederek sayfa sayfa ilerledim.
Bütün ömrünü, karşılığında hiçbir şey istemeden bir erkeğe adamış ve ölene kadar bu adanmışlıktan o erkeğe bile söz etmemiş bir kadının hikayesiydi bu.
Kadınların acılarını ve yalnızlıklarını taşıyışlarındaki görkemli hüznü anlatıyordu.
Onlar, bir erkeği sevdiklerinde, onu kendi dünyalarının merkezine yerleştirip hayatlarını bu merkezin çevresinde örerken, bu teslimiyeti, acıya dayanma güçlerini özgürlüğe, bir başkaldırıya dönüştürebiliyorlardı.
Bir erkekte zavallılık olarak ortaya çıkan 'kendinden ve hayatından vazgeçme', kadınlarda görenleri kaçınılmaz bir biçimde kendine çeken parlak bir irade ve kişilik alevi olarak beliriyordu.
Onlar, erkekler gibi acının altında ezilmiyorlardı çünkü.
Onlar, gerçekten sevdiklerinde, acıyı, iğnesini çıplak tenlerine sapladıkları bir ziynet eşyası gibi taşıyorlardı.
Erkekler, önce 'sevilmeyi' talep ederken, kadınlar önce 'sevmeyi' istiyorlardı.
Ve bazen seviyorlardı.
Bu sevgiyi yaşatmak için kendilerini feda edebiliyorlardı.
Sevdikleri için kendilerini feda ettiklerinde, bu feda
edişte, bir ateş kuşunun yanışındaki ıstırap ve zarafet gözüküyordu hep.
Zweig'ın hikâyesindeki kadının, sevdiği erkek belki bir gün kendisini bir saatliğine çağırırsa, bu çağrıya hemen koşabileyim diye kendisine yapılan bütün evlilik tekliflerini reddedip sevdiği adamdan doğurduğu çocuğu büyütmek için kendi vücudunu satmayı bile kabul edişini okuduğumuzda, o satırlarda gördüğümüz bir fahişe değildi, tam aksine bir yücelmişlik, bir kutsallık görüyorduk.
"Belki merak edeceksin çocuğumu nasıl iyi yetiştirdiğimi" diye yazıyordu kadın, "sakın korkma sevgilim, ama ben kendimi sattım, zengin dostlarım, zengin sevgililerim oldu. Bilmiyorum hiç fark ettin mi, ben çok güzeldim. Kendimi verdiğim her erkek beni sevdi, hepsi bana müteşekkir kaldı, hepsi bana bağlandı, hepsi bana âşık oldu; yalnızca sen, sen olmadın sevgilim. Beni aşağılıyor musun şimdi? Biliyorum ki beni aşağılamıyorsun, çünkü bunu senin için yaptım, senin öteki 'ben'in için, senin çocuğun için."
Yaptığı bu fedakârlığın karşılığını beklemiyordu kadın.
Ne çocuğunu doğurduğunu, ne onu nasıl büyüttüğünü, ne başına gelen felaketleri haber vermişti adama.
Bütün bunları erkeğe anlatmak için ölümün eşiğine gelmeyi beklemiş ve ölmeden önce her şeyi anlatan bir mektup yazmıştı.
"Öldüğümde, bana artık cevap vermek zorunda kalmadığında sırrımı öğreneceksin... Eğer yaşamaya devam edersem bu mektubu yırtacağım ve her zaman olduğu gibi susmaya devam edeceğim. Ama bu mektup eline geçerse, bir ölünün hayatını sana anlattığını, aslında ba-
şından sonuna kadar senin olan hayatını sana anlattığını bileceksin."
Fahişeliğini anlatırken bile kutsallaşabilen kadın, bu kutsal ve fedakârlık dolu satırları yazdığında ise sevdiği erkeğe karşı belki de ilk kez insafsızlaşıyor ve kadınların en saf ve fedakâr aşkının bile altında kendine bir yer bulabilen intikamını alıyordu.
Bir erkeğe, kendisi için çekilen acıyı, kendisi için yok edilen bir hayatı, o hayat yok olduktan sonra haber vermek, erkeğin hayatı boyunca duyacağı korkunç azabı hafifletecek hiçbir imkân bırakmamak, acıyı incelikle taşıyan kadınların, intikamı almak için korkunç bir vahşeti de içlerinde barındırdıklarını, o intikamın yakıcılığını hikâyeyi okuyan herkese tattırarak gösteriyordu.
Bir gece bir mektup alıyordunuz ve artık ölmüş bir kadının bir hayat boyu sizi sevdiğini, sizin için çeşitli felaketlere göğüs gerdiğini, yapayalnız kaldığını öğreniyordunuz.
Ama yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu.
Artık o kadını bulamaz, onunla konuşamaz, ona sorular soramaz, sizi ölürken yazdığı bir mektupla kendisine âşık eden kadına âşık olamazdınız.
Kadının ömrü boyunca yaşadığı çaresizliği ve yalnızlığı bundan sonra siz, üstelik o kadının kim olduğunu bile bilmeden, hiçbir ümit besleyemeden yaşayacaktınız. Kadın bütün yaşadıklarını yaşarken hiç olmazsa hep bir ümidi besleyebilmişti ama size o ümit de kalmamıştı.
O ağır ve bunaltıcı yaz gecesinde, aynen çocukluğumda ilk kez okuduğumda olduğu gibi beni bir çaresizliğe ortak eden bu hikâyeyi bitirdiğimde aslında hangisi için daha çok üzüldüğümü bile anlayamadım.
Bütün ömrünce sevdiği ve bir defa ufak çocukken, bir defa genç kızken, bir defa da yetişkin bir kadın olarak üç kez karşılaştığı, küçük maceralar yaşadığı ve her seferinde belki kendisini hatırlar diye beklediği erkeğin kendisini hiç hatırlamadığını gören bu kadına mı, yoksa kendisini seven kadına çektirdiği acıyı ancak kadının öldüğü gün öğrenen ve hayatının geri kalan kısmını hep bu kadına bir şeyler söylemek isteyerek geçirecek adama mı?
Hangisi hangisinin kurbanı olmuştu?
Kadın kendi aşkını kendi kararıyla yaşamıştı, ama erkek o mektubu aldıktan sonra, hiç bilmediği, haberdar olmadığı bir aşkın damgasını ömrü boyunca taşımak zorunda kalmıştı.
Bu hikâyeyi okuyan herkes gibi ben de, kadınların aşkı, acıyı ve intikamı, bütün sınırları büyük bir güçle ve neredeyse onları dokunulmaz kılan bir vakarla yakarak sonsuza doğru genişletebileceklerini bir daha etimde hissettim.
Adını bile açıklamayarak, yazdığı mektubu okuyan erkeği bir meçhule hapseden kadının geride bıraktığı doldurulamaz boşluğu, ümitsizliği ve insafsız hüznü yaşadım.
Ve hikâye bittiğinde, yaşadığı sürece sevdiği yazara doğum günlerinde beyaz güller gönderen kadının gülleri benim hayatımdan da eksildi.
Mektubu okuduktan sonra 'titreyen elleriyle' yanına bırakan yazarın baktığı boş vazoda, ben de kaybolan bir kadının yüzünü gördüm.
Yorumlar
Yorum Gönder